uyandruck

www.uyan.de


BAĞIMSIZ AYLIK GAZETE
 

ANASAYFA

HABERLER

YAZARLAR

POLİTİKA

KÜLTÜR-SANAT

BİLDİRİLER

BİLGİ HAZİNE

TANITIM

TARİHTE KALAN

Osmanlı İmparatorluğu'nun tebaası olan Kürtler 19. Yüzyıl boyunca defalarca başkaldırdılar. Bazı kaynaklara göre ilk milliyetçi temalar, 1847'de Botan Emiri Bedirhan Bey'in ayaklanması ile, 1880 Şeyh Ubeydullah'ın ayaklanmasında ortaya çıkmıştı

Ayşe Hür

Günümüzün ulus-devlet sistemi, Avrupa’yı asırlarca esir alan din ve mezhep savaşlarına son veren 1648 Westphalia (Vestfalya) Antlaşması’yla başlayan çok uzun bir sürecin ürünü. ‘Self determinasyon hakkı’ ya da Türkçeye geçtiği şekliyle ulusların ‘kendi kaderini tayin hakkı’ (bundan böyle kısaca KKTH diyeceğim) ilk kez, o güne dek Britanya Krallığı’na bağlı olan 13 koloninin duruşunu özetleyen 1776 Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi’nde şöyle yer almıştı: “Bir ulus, kendini bir başka ulusa bağlayan siyasal bağları koparma, doğa yasalarının ve Tanrı’nın, o ulusa dünya devletleri arasında bahşettiği bağımsız ve eşit yeri alma gereği duyabilir. 

Biz şu gerçekleri aşikâr olarak kabul ediyoruz ki; bütün insanlar eşit olarak yaratılmışlardır ve Yaratıcı tarafından terk edilmez haklarla bezenmişlerdir. Bunların başında ise, yaşam, özgürlük ve mutluluğu takip etme hakkı gelmektedir. İşte bu hakları garantiye almak için insanlar arasından meşru güçlerini idare edilenlerin rızasından alan hükümetler oluşturulmuştur. İşte ne zaman herhangi bir yönetim bu amaçları tahribe yönelirse, insanların hakkı ya o yönetimi değiştirmek ya da bu ilkeleri benimseyecek yeni bir idareye yol açmak için onu ortadan kaldırmaktır.”


1815 VİYANA KONGRESİ
15 yıl süren Napolyon Savaşlarının ardından Büyük devletler, 1815 Viyana Kongresi’ni sonra, KKTH’den çok, ‘toprak bütünlüğüne saygı’ (uti possidetis juris) ilkesine önem verdiler. Bu konudaki iki istisna, 1830 Londra Konferansı’nda Belçika ve Yunanistan’ın bağımsızlığının tanınması oldu. Tüm Avrupa’yı sarsan 1848 Devrimleri sırasında Alman, İtalyan, Macar ve Polonyalılar arasında milliyetçilik akımları ve 1861’de İtalyan Birliği, 1871’de Alman Birliği kuruldu. Uluslararası düzenin oluşmasında önemli bir dönemeci oluşturan 1878 Berlin Kongresi’nde bir adım daha atıldı ve 1856’dan beri masada olan Romanya’nın bağımsızlığı resmen tanındı. Bu tarihten itibaren, KKTH, kendini etnik ya da dilsel açıdan diğerlerinden farklı gören ‘milli’ toplulukların en önemli meşruiyet kaynağı olmaya başladı. 


OSMANLI KÜRTLERİ
Osmanlı İmparatorluğu’nun tebaası olan Kürtler bu zaman dilimi içinde, defalarca başkaldırdılar ancak bu başkaldırıların temel niteliği çevrenin merkezileşmeye karşı tepkisiydi. Bazı kaynaklara göre ilk milliyetçi temalar, 1847’de Botan Emiri Bedirhan Bey’in ayaklanması ile 1880 Şeyh Ubeydullah’ın ayaklanmasında ortaya çıkmıştı ama sonuçta uzun kargaşa döneminin sonunda en azından Sünni Kürtler, İslam ittihadı politikalarıyla imparatorluğu toparlamaya çalışan II. Abdülhamit’in şahsında devletle barıştılar, Hamidiye Alayları gibi örgütlenmelerle, merkezin politikalarının Kürdistan topraklarındaki temel uygulayıcıları oldular. 

Ancak, 19. yüzyılda sadece Kürtlerde değil Türklerde de ‘milli’ bilinç yoktu. Hedef, II. Abdülhamit’in istibdat rejimini yıkmaktı. Bu amaçla her iki kesim de 1889’da İttihat ve Terakki Cemiyeti’nde (İTC) birleştiler. Türkçülük akımının güçlü bir damar halinde ortaya çıktığı 1918’de kurulan Kürt Teali Cemiyeti’nde toplanan Kürtler, kültürel kimliğin ötesine geçmişlerdi ama ortak bir siyasi tavır geliştirememişlerdi. Örneğin cemiyetin başkanı Seyyid Abdülkadir sıkı bir Osmanlıcı idi ve siyasi hedefi Hilafeti de koruyarak Osmanlı Devleti içinde Kürtlere otonomi (özerklik) verilmesiydi. Bunun için de Kürt toplumundan çok ABD, Britanya ve Fransa gibi dış güçlere bel bağlamıştı. Cemiyetin belkemiğini oluşturan Bedirhanlar ve Cemilpaşazadeler gibi Kürt aristokratları ise bağımsız bir Kürdistan için mücadele ediyorlardı ama arkalarından gelen yoktu.


LENİN VE WILSON’UN KATKILARI
1914’te “Halkların Kendi Kaderini Tayin Hakkı” başlıklı ünlü makalesini yayımlayan Sovyet Rusya’nın lideri Lenin bu konuda önemli bir açılım getirdi. 1917 Bolşevik Devrimi’nin hemen ardından Lenin ve Stalin’in imzasını taşıyan ve “Rusya Müslümanları, Volga ve Kırım Tatarları, Sibirya ve Türkistan Kırgızları ve Sartları, Kafkas Ötesi’nin Türk ve Tatarları, Çeçenler ve Kafkas dağlıları, sizler!.. Camileri ve ibadethaneleri yıktırılmış, inanışları ve gelenekleri Çarlar ve Rusya’nın baskıcıları tarafından ayaklar altına alınmış olan sizler!.. Farisiler, Türkler, Araplar, Hintliler!...” diye devam eden ünlü çağrı, yüzyıllardır cahilliğe, yoksulluğa, baskıya, zorbalığa ve sömürüye mahkum edilmiş Doğu halklarına ilaç gibi geldi.

Aynı dönemde savaş sonrasında kurulacak dünya düzeninin ‘milliyet esasına göre’ olacağını düşünen ABD Başkanı Wilson’un başlangıçta Yahudi çevrelerinin taleplerinden esinlenerek şekillendirdiği 14 ilkesinde doğrudan KKTH’den söz edilmiyordu ama 6 ilke bu konuyla ilgiliydi. 12. Madde ise “Osmanlı İmparatorluğu’nun Türk olan kısımlarının Osmanlı egemenliği sağlanacak fakat Türk olmayan diğer halklara otonom idareler verilecek, Çanakkale Boğazı’nın milletlerarası garanti altında her milletin gemilerine daimi suretle açık olacak” diyordu. Bu madde, en çok 1915’te büyük bir trajedi yaşamış Ermenileri ve bağımsızlıkçı Kürtleri heyecanlandırmıştı. 

Ancak Sovyet Rusya liderleri, Anadolu’da, Kürtleri değil Türkleri tercih ettiler. ABD ve Britanya da benzer tercihler yaptı. King-Crane Komisyonu ve General Harbord’un raporlarıyla Ermeniler, Binbaşı Noel’in raporlarıyla Kürtler deyim yerindeyse “havalarını aldılar”. 

Ancak Sovyet Rusya ve Büyük Devletler, sadece Osmanlı bakiyesi gruplar için değil, ABD’deki ve Avrupa’daki halklar için de benzer tavrı takınmışlardı. Örneğin Bolşevikler 1917 Ekim Devrimi’ni takip eden günlerde Finlandiya’nın bağımsızlık kararını hemen tanıdılar. Ama Stalin kadim düşmanı Britanya’yı zayıflatacağı için İrlandalıların KKT Hakkı’nı savunurken, Rusya’nın etnik ve siyasal hinterlandı saydığı Sırpların, Hırvatların, Slovakların, Çeklerin KKT hakkına karşı çıkıyordu. Sonunda şu oldu: 1918 Sovyet Anayasası’na konan KKTH, 1990’a kadar hayata geçmedi.

Aynı şekilde 1918 Ekim’inde Britanya Dışişleri Bakanlığı’nca yapılan bir açıklamada şöyle deniyordu: “Amerikalı zencilerin, Güney İrlandalıların veya Katalanların, kendi devletlerinin temsilcileri olarak devletlerarası toplantılara katılma istekleri doğrultusunda atılacak en küçük bir adım bile tavsiye edilebilir değildir. Eğer bu hak Makedonlara veya Alman Bohemyalılarına verilecek olursa, en ufak millete bile vermemiz gerekmektedir.” 1919’da Wilson da “Bozguna uğramış imparatorlukların toprakları içinde yaşayan halk dışındaki halklara kendi kaderini tayin hakkı tanıma üzerinde anlaşmak, barış konferansının ayrıcalıkları içinde değil” diyerek, liberal duruşundan çark etmişti.

Savaştan sonra ‘her ulusa bir devlet’ kurulamadığı için, savaşta yenik düşenlere ‘ulusal azınlık hakları’ adı altında bir çeşit ‘teselli ikramiyesi’ verildi. Ancak, yeni kurulan ulus-devletlerde, önceden de egemen olan etnik grup, yeni kurulan devlette de egemen oldu. Dolayısıyla devletler istediği azınlık grubuna ‘azınlık statüsü’ tanıdı, istemediğine tanımadı.


MİLLİ MÜCADELE’DE KÜRTLER
Anadolu’da hangi etnik grubun ulus-devletini kuracağı konusu 1919-1922 arasındaki Milli Mücadele döneminde netleşti. Bu dönemde Kürtlerin siyasi bölünmüşlüğü devam etti. Bazı Kürtler Doğu Anadolu’da bir Ermeni devletinin kurulmasından endişe ettikleri için Kemalist güçlerle işbirliği yapmayı seçtiler. Böylece 1919’da toplanan Erzurum ve Sivas kongrelerine ve 1920’de açılan (T)BMM’ye Kürt kökenli pek çok kişi delege ve milletvekili olarak katılmayı kabul etti. Bu katılım, ileriki yıllarda resmi tarihçiler tarafından ‘Kürtler kendi kaderlerini tayin hakkını, Türklerle birlik olma yolunda kullandılar’ propagandasına malzeme yapıldı. 

Kongrelere veya Meclis’e katılmayan Cibranlı Miralay Halit Bey, Seyyid Abdülkadir, Bedirhaniler ve Cemilpaşazadeler gibi unsurlar ise Kemalist grupla açıkça çatışmaktan kaçınarak, gizlice özerklik veya bağımsızlık hedeflerini gerçekleştirmeye çalıştılar ve bu bağlamda Büyük Devletlerle temas içinde oldular. Ancak bu kesimler, bütüncül bir proje ortaya koyamadılar. 1920’de Milli Aşireti ve Bahtiyar (Cemil Çeto) Aşireti gibi Kemalist Türk milliyetçilerine açıkça meydan okuyanlar da vardı ama bu isyanların hem siyasi talepleri net değildi, hem de yerel kalmışlardı. Dolayısıyla kolayca bastırıldılar ve kolektif bellekte önemli yer tutmadılar. Mart-Nisan 1921’de Sivas havalisindeki 135 köyden oluşan Koçgiri Konfederasyonu’nun isyanı ise bunlardan farklıydı ama ortada hala ‘milli bilinç’ yoktu. Ankara, askeri açıdan epeyce hırpaladıktan sonra siyasi manevralarla Dersimlileri ikiye bölmeyi başarmış, Hozat-Ovacık liderlerini Dersim mebusu olarak meclise katılmaya ikna etmişti. 


KÜRTLERE ÖZERKLİK SÖZÜ
1919-1923 yılları arasında Mustafa Kemal, Kürtlere bir kaç kez (örneğin Ekim 1919’da Amasya Protokollerinde, Ocak 1923’e İzmit Basın Konferansı’nda açıkça, 1921 Anayasası’nda zımnen) ‘özerklik’ sözü vermiş, böylece Lozan Barış Görüşmeleri sürerken, Kemalist güçlerle ittifak yapan Kürtler ayrı bir çözüm arama ihtiyacı duymamışlar, 1923’te Lozan Barış Antlaşması’nın, Kürt yurdu Musul’u dışarıda bırakacak şekilde imzalanmasına TBMM’nin Kürt mebusları güçlü bir tepki vermemişlerdi. 

Mart 1924’te TBMM neredeyse oybirliği ile Halifeliği kaldırılırken Sünni-Şafii Kürt milletvekilleri karşı çıkmadılar ama bu kararı bahane ederek, Şubat 1925’te Nakşibendî Şeyhi Said’in önderliğinde Sünni Zazalar isyan ettiğinde, henüz Kürt milliyetçiliğinden söz edilemeyeceği iyice netleşti. Çünkü Kızılbaş Kürtlerin yurdu Batı Dersim’den bazı aşiretler isyancılara destek vererek Hozat’ı ve Bitlis’i basmak için görüşmeler yapmışlarsa da Dersim’in geneli ayaklanmaya ilgisiz kaldı. Varto’daki Kızılbaş Hormek, Lolan ve Heydaran aşiretleri hükümet kuvvetlerinin yanında savaştı. Ama daha önemlisi, Diyarbakır ve Elazığ gibi Sünni Kürtlerin ağırlıkta olduğu şehir merkezleri de isyancılara destek vermedi. İsyancıların lideri Şeyh Said akrabası Binbaşı Kasım Bey’in işbirliğiyle yakalanınca hem siyasi, hem askeri açıdan örgütlü olan Türk tarafı, isyanı kolayca bastırdı. 

1926-1930 yılları arasında Sünni, Alevi ve seküler Kürtlerin (ve dahi Ermeni milliyetçilerinin) Ağrı Dağı’nda bir Kürt cumhuriyeti kurma çabaları ise gerek Türkiye ile İran’ın Kürtleri ezmekteki ortak kararlılığı, gerekse Türkiye’deki ve İran’daki Kürt aşiretlerinin Ağrı’daki oluşuma destek vermemesi üzerine başarısızlığa uğradı. 1937-1938’de Dersim’deki Kızılbaş Kürtlere yönelik kanlı harekat ise, komşu bölgelerdeki Sünni Kürtleri bile ilgilendirmedi. 


İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI SONRASI
Türkiye’de bunlar olurken, KKTH’yi azınlıklar lehine değil, kendi lehlerine yorumlama şampiyonu olan Almanya, Avusturya, İtalya ve Macaristan’ın yayılmacı milliyetçi (irredendist) talepleri 30 milyon hayata ve büyük yıkımlara neden olan İkinci Dünya Savaşı ile sonuçlandı. Savaş sonrasında yenik düşmüş, parçalanmış, topraklarını ve saygınlığını yitirmiş pek çok ulus-devlet rahatsızlık içindeydi. Ayrıca, savaş sırasında Slovaklar veya Hırvatlar gibi bazı ulusal azınlıkların Nazilerle işbirliği yapacak kadar ‘haince’ bir tutumla ulusal davalarını gütmeleri de unutulmamıştı. Bu nedenle savaş sonrasında konuya daha temkinli yaklaşıldı ve ulusal azınlık hakları yerine bireysel insan haklarına vurgu yapıldı. Nitekim 1945’de Milletler Cemiyeti’nin yerine kurulan Birleşmiş Milletler (BM) sözleşmeleri ile 1948 tarihli İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin metinlerinde ‘ulusal azınlık hakları’ yerine ‘ayrımcılığın önlenmesi’ kavramları kullanıldı.


YENİDEN TOPARLANMA
Savaş sonrasında Türkiye’de en basit talepleri bile baskı, zulüm, yıldırma, silah, bomba, hatta zehirli gaz gibi sert yöntemlerle karşılanan Kürtler 1946’da ‘Çok Partili’ yaşama geçildiğinde sindirilmiş durumdaydılar. Bırakın siyasi örgütleri, kültürel örgütleri bile yoktu. 14 Mayıs 1950’de yapılan tarihi seçimlerde bazı Kürt toplum liderleri Demokrat Parti (DP) listelerinden aday olurken, Kürtlerin büyük bir bölümü oylarını ilk kez CHP’ye değil, DP’ye verdiler. Bu tarihlerden itibaren Türkiye’nin modernleşmesiyle uyumlu olarak çeşitli kesimlerden Kürt çocukları üniversite eğitimi için büyük şehirlere gelmeye başladılar. Bu kesimlerin çıkardığı bazı yayın organları aracılığıyla Kürt tarihi, uygarlığı ve edebiyatı dünyaya, komşu halklara ve Kürtlerin daha çok kentli kitlelerine ulaştırıldı. Kahire ve Erivan’dan yapılan Kürtçe yayınların da katkısıyla ‘etnik kimlik bilinci’ artık bir avuç Kürt milliyetçisinin özel alanı olmaktan çıkmaya başladı. Devletin buna tepkisi her zamanki gibi sert oldu. DP iktidarının son yıllarında görülen 49’lar Davası; 27 Mayıs darbesinden sonra kurulan Sivas Kampı ve 23’ler Davası ilk akla gelenler. 

Bu yıllar aynı zamanda dünyada sömürgeciliğin zoraki de olsa sona erdiği yıllardı. 14 Aralık 1960’ta BM Genel Kurulu’nun 1514(XV) sayılı sömürge ülkelerine ve halklarına bağımsızlık verilmesine ilişkin kararında bu temkinli (ya da ikiyüzlü) tavır çok belirgindi. Çünkü kararda hem “Bütün halkların kendi kaderlerini tayin hakları vardır, bu hak sayesinde siyasi statülerini özgürce belirler ve özgürce kendi ekonomik, toplumsal ve kültürel gelişmelerini sağlar” deniyordu hem de “Bir ülkenin ulusal birliğini ve toprak bütünlüğünü kısmen ya da tamamen bozmaya yönelik her girişim, BM Antlaşması’nın amaç ve ilkeleriyle bağdaşmaz” deniyordu. Bu furyada yaklaşık 50 kadar ulus-devlet kuruldu. Elbette Kürtler bu furyayı da kaçırdılar.

Aslında o yıllarda dünya çapında sosyalizm ideolojisinin ‘moda’ olduğu yıllardı. Sol eğilimli Kürt aydınları siyasi taleplerini 1961’de kurulan Türkiye İşçi Partisi (TİP) içinde dile getirmeye başladılar. Muhafazakâr Kürt aydınları ise Irak’taki Barzani hareketine eklemlenerek, Türkiye Kürdistan Demokratik Partisi’nde (T-KDP) örgütlendiler. (Bu arada Barzani’nin kendi ajandası vardı. İran ve Suriye Kürtlerinin ise kayda değer siyasi örgütlenmesi yoktu.) Bu iki kesim birlikte hareket ederek 1967’de çeşitli il ve ilçelerde ‘Doğu Mitingleri’ düzenlendiler ancak, KKTH’yi sadece sömürge halklarını değil, dünya yüzündeki tüm halkları kapsayan bir hak olarak tanımlayan 1975 Helsinki Nihai Senedi imzalandığında aydın Kürtler dışında, geniş kitleler nezdinde henüz bölgesel (İran-Irak-Suriye-Türkiye) dinsel (Sünni-Kızılbaş) ve hatta aşiretsel aidiyetleri aşan bir Kürt milli kimliği ve dolayısıyla Kürt milliyetçiliğinin siyasi projesini hayata geçirecek güçlü bir örgütlenmesi yoktu. Halbuki 1960-1980 arasında yaklaşık 50 ulus-devlet daha kurulacaktı.


AB’NİN BELİRSİZ TAVRI
1970lerin ortalarından itibaren sol hareketlerden umudunu keserek kendi örgütlerini kuran Kürtlerin rotası 12 Eylül 1980 darbesinden (özellikle de Diyarbakır Cezaevi vahşetinden) sonra iyice netleşti. Bu örgütlerden biri olan PKK’nın güçlenmesi Doğu Bloğunun yıkılması süreciyle üst üste düştü. Ancak 1989’dan itibaren Çekoslovakya, Yugoslavya ve Sovyetler Birliği etnik temelli küçük devletlere ayrılmaya başladığında, benzer çözülmelerin kendilerinde de olmasından korkan Batılı ulus-devletler yeni tedbirler aldılar. Örneğin Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı’nın (AGİT) ürettiği bütün belgelerde, ulusal azınlık konularında açık tanımlamalar yapmak yerine siyasi taahhütler olan genel ilkelere gönderme yapmakla yetinildi. AB deyince ilk akla gelen 1990 tarihli meşhur Kopenhag İnsani Boyut Belgesi bile ilke olarak KKTH’yi tanırken, devletlerin toprak bütünlüğüne değinen uluslararası antlaşmalara atıfta bulunmayı ihmal etmedi. Aynı şekilde, 1989 Viyana Belgesi, 1990 Yeni Bir Avrupa için Paris Şartı, 1991 Moskova Belgesi, 1992 BM Ulusal veya Etnik, Dinsel, Dinsel ve Dilsel Azınlıklara Mensup Bireylerin Hakları Bildirgesi ve 1993 Dünya insan Hakları Viyana Bildirgesi’nde konu, grup haklarından ziyade kişi hakları çerçevesinde ele alındı ve toprak bütünlüğüne halel getirmemek şartına bağlandı. Uluslararası toplumun isteksizliği bir yana, o yıllarda Barzani, Talabani ve Öcalan gibi liderlerin önderliğinde üçe (İran ve Suriye Kürtleri de eklenirse beşe) ayrılmış olan Kürtlerin, 20’den fazla yeni ulus-devletin kurulduğu bu dördüncü dalgadan yararlanması mümkün olmadı.

Bugün Ortadoğu’da haritaların yeniden çizilmesi ihtimali ortaya çıkmışken, Kürtlerin ulus-devletlerini kurmak için son şansının da heba edilmek üzere olduğunu düşünen kesimler var. Kişisel olarak ulus-devlet sisteminin halklara hiç bir hayır getirmediğini düşünüyor ve sınırların olmadığı bir dünyada barış içinde birlikte yaşama hayali kuruyorum. Ancak ulus-devlet sistemin 1648’den beri büyük bir azimle muhafaza edildiği bir dünyada, Irak, Suriye, İran ve Türkiye gibi demokratikleşmesi maalesef çok zor görünen katı ulus-devletlerin insafına kalmış olan, dünyanın devletsiz en büyük (tahminler 20 ila 40 milyon arasında değişiyor) etnik grubu olan Kürtlerin bağımsız devletlerini kurmak istemelerini son derece meşru görüyorum.

Vedat Aydın 21 yıl önce devlet destekli faşistlerce öldürüldü

Bundan yıllar evvel, 1979 yılında yine böyle bir temmuz günü yazdığı dizelerde, İranlı şair Ahmed Şamlu ülkesinin nasıl bir çıkmazda olduğunu ve Şah Rejimi'nin vahşi karanlığını anlatırken aslında dünyanın her yerinde yaşanmış ve yaşanacak olan bütün karanlık dönemlerin eşkalini veriyordu: "Tuhaf zamanlardayız sevgilim..." diyordu Şamlu "Gecenin bir yarısı kapıyı çalan / ışığı öldürmeye geliyor. / Işığı zulalamak en iyisi..."
İşte tam 20 yıl önce 5 Temmuz 1991'de Diyarbakır'da gecenin bir yarısı Vedat Aydın'ın İstasyon Caddesi'ndeki evinin kapısını çalanlar ışığı öldürmeye gelmişlerdi. Işığı götürdüler, saatlerce işkence ettiler, kafatasını parçaladılar, kollarını ve bacaklarını kırdılar, kalaşnikofla tarayıp delik deşik ettiler ve ardından Elazığ-Maden'de kimsesizler mezarlığına gömdüler. Ama fark edildi. Kürt halkı ışığı tanıdı.
Konvoylarla ışığı almaya gittiler. Diyarbakır'a taşıdılar. Yüz binlerce hemşerisi, dostu, yoldaşı ailesiyle beraber Vedat Aydın'ın cansız bedenini defnettiler. 10 Temmuz 1991 günü Diyarbakır'daki ilk kitlesel eylem olan cenazesinde kitleye otomatik silahlarla ateş açıldı. Resmi rakamlara göre üç, dönemin Diyarbakır Emniyeti'nde İstihbarat Şube Müdürü olan Hanefi Avcı'nın son açıklamalarına göre 23 kişi öldü.
Tuhaf zamanlardı... Türkiye’de özellikle 90’lı yılların ilk yarısında, özellikle Kürtler, tarihlerinin en ‘tuhaf zamanlarından’ birini yaşadılar. 1980 Darbesi’nin ardından o meşum Diyarbakır Cezaevi’nde uygulanan insanlık dışı muamelele, 90’lı yıllarla beraber sokağa, köylere, sivil hayata taşındı. Ve Kürt halkının yaşadığı bütün coğrafya Diyarbakır zindanına dönüştürülmeye çalışıldı; bölge insanlık dışı şiddetin, kirli savaşın iğrenç bir laboratuarı haline getirildi.
Mezopotamya'nın geleneksel bağları en güçlü halkı maruz kaldığı akıllara zarar şiddet karşısında dört bir yana savruldu. Kimileri dağa çıktı, kimileri ülkeyi terk etti, öldürülenler ve mahpuslara kapatılanlar da az değildi ama büyük çoğunluk, Kürdistan'ın yalçın dağlarındaki, geniş yaylalarındaki toprakları altlarından çekilen yoksul ve naif köylülerin büyük çoğunluğu, kendilerini bir anda şehirlerin kenar mahallelerinde buldular.
Mahpuslarda çürüyenleri, göz göre göre öldürülenleri, kimvurduya gidenleri, yer yarılıp da içine girenleri, güpegündüz mahalle aralarında satırlarla kurşunlarla katledilenleri, evlerinden alınıp bir daha görülmeyenleri ve işkenceden, kaygıdan, çaresizlikten ama özellikle adaletsizlikten aklını yitirenleri bir yana bıraksak; dağların, yaylaların efendisi bir halkın bir anda içine düştüğü tarifsiz yoksulluğu, sefaleti, salgın hastalıkları hesaba katmasak bile tuhaf zamanlardı.
Anneler, babalar bir anda değişen fiziki şartlarda hiçbir işe yaramayan deneyimleriyle uğunduran bir çaresizliğin elinde kahroldular. Gidenlere üzülecek vakitleri bile yoktu, var güçleriyle hayata tutunmak, elde kalan evlatlarını korumak için çabaladılar. Yine de o meşum haberler hep fısıldandı kulaktan kulağa: "Gitmiş" diyorlardı, "Ölmüş" diyorlardı. Bunlar insan haberleriydi. "Yakılmış" deniyordu, "Boşaltılmış" deniyordu. Bunlar köy haberleriydi. Yakılan, boşaltılan köyler, yaylalar, bahçeler şimdi mayın tarlalarına dönüşmüş durumda ve ülkenin dört bir yanında toplu mezarlar ortaya çıkıyor. Bir de; dağlara, mahpuslara, varoşlara ve yaban ülkelere pay edilmiş, her hanesinden kayıp vermiş bir halk var ortada.
Şartlar oluşsa ve bir yoklama alınabilse -bir arada olmalarını geçtik- dağda bile olsalar, Avrupa'nın, dünyanın farklı farklı köşelerinde bile olsalar, sesleri sayısız Anadolu şehrinin sayısız kenar mahallesinden, şantiyelerdeki beton barakalardan, seyyar yaşayan mevsimlik işçilerin derme çatma çadırlarından bile gelse tüm fertleriyle "burada" diyebilecek, hanesinden en az bir canı bedel ödememiş kaç aile vardır? Var mıdır? Ve "Ez li virım" diyemeyenlerin kaçının akıbeti belirsiz, kaçından hiçbir haber yok?
Resmi inkar politikasının şiddet, zulüm, işkence ekip sessizlik, itaat, yılgınlık biçmeyi denediği, askerlerin sivil köylüleri önüne katıp mayınlı bölgelerde yürüterek mayın taraması yaptığı, gerilla cesetlerini köy köy gezdirip teşhir ettiği o 'tuhaf zamanlarda', evet, 'korkudan kendi ölüsüne bile sahip çıkamayan insanlar' da oldu.
Böyle bir sahneyi Yılmaz Güney'in 1981 tarihli 'Yol' filminden de hatırlarız. O filmde dönem 12 Eylül Darbesi dönemiydi, bölge sınır bölgesiydi, cemselerin kasalarında cesetleri teşhir edilenler kaçakçılardı, kaçırdıkları emtia idi.
Peki o filmden yıllar sonra yaşanan vahşet dönemlerinde cesetleri teşhir edilen gerillalar, Vedat Aydın gibi halkın içinde politika yaptıkları için ibret olsun diye öldürülüp failleri bile aranmayan ve böylelikle ölümleri teşhir edilen binlerce sivil politik Kürt hangi sınırlarda geziniyorlardı, neyin kaçakçısıydılar?
İnsanca olan her şeye saldıran bir şiddet pratiğine teslim olmaya karşı çıkarak özgürlüğün, insaniyetin, hakkaniyetin sınırlarında geziniyor olmasınlar sakın? Hakim olamadığı bölgeleri insansızlaştıran, hakim olduğunu düşündüğü yerlere kendi sessiz karanlığını dayatan bir zulüm ideolojisinin elinde kalan halklarına insanlık onurunu, özgürlük düşüncesini, umudu, cesareti taşımayı, aydınlık bir gelecekten sızıp bir halkın düşlerini kamaştıran o kutsal ışığı kaçırmayı deniyor olmasınlar?
Dünyanın bütün coğrafyalarında böylesi karanlık dönemleri dayatmayı deneyenler için en tehlikeli ışık cesarettir, dayanışmadır, örgütlülüktür. Vedat Aydın Kürt halkının ve o karanlık dönemin en cesur, en dayanışmacı, en örgütlü mücadelecilerinden biriydi. O karanlıktaki en canlı ışıklardandı: Dönemin korku mühendislerinin, o karanlık dönemin tesisindeki en etkili silahları olan 'faili meçhul cinayetler'iyle öldürmeye geldikleri ilk ışığın Vedat Aydın olması bir tesadüf değildi.
Vedat Aydın, 28 Ekim 1990 günü Ankara'da DSİ Genel Müdürlüğü Konferans Salonu'nda yapılan İHD Genel Kurulu'nda kürsüye çıkıp Kürtçe konuşmaya başladığında delegelerin ve Divan üyelerinin büyük bir kısmı salonu terk etmişti. Aydın konuşmasını sürdürdü ancak o salondan evine dönemedi. Daha konuşması bitmeden polisler salonda belirmişlerdi. Suçu büyüktü: Kürtçe konuşmuştu. Kürtçeyi Türkçeye şirk koşmuştu.
Konuşmasını Türkçeye çeviren iki yoldaşıyla (Ahmet Zeki Okçuoğlu ve Mustafa Özer) beraber gözaltına alındı. Günlerce sorgulandı, ardından tutuklanarak Ankara Ulucanlar Cezaevi'ne gönderildi. 19 Aralık'taki ilk duruşmaya kadar cezaevinde kaldı. Duruşmada da Kürtçe ifade vermekte diretince, "anlaşılmayan bir dildeki" bu ifadeyi kabul etmeyen hakim tarafından her üçünün de beraatine karar verildi.
İsmail Beşikçi, KCK Davası ve Kürtçe başlıklı yazısında Vedat Aydın'ın bu konuşmadan 8 ay sonraki katlini o gün o salonda Kürtçe konuşmuş olmasına, mahkemede Kürtçede diretmiş olmasına bağlıyor. Beşikçi'ye göre; Aydın, anadili olan Kürtçede konuşma hakkından geri adım atmayarak büyük bir tabuya karşı çıkmış, devlet aklında büyük bir sarsıntı yaratmıştı. Olabilir mi?
Elbette olur. İHD Genel Kurulu'nda Kürtçe konuşuluyor diye salonun boşalması dönem ve tabu hakkında bir fikir veriyor. Gözüyle görmek isteyenler, Vedat Aydın Cinayeti'nden 4 ay sonra Meclis'te yemin eden Leyla Zana'nın kısacık Kürtçe cümlesinin devlet aklını nasıl zıvanadan çıkardığını internetten izleyebilirler. Bugün KCK davalarında Kürtçeye karşı takınılan devlet tavrı ve bir insan hakkı olan anadilde eğitim hakkı karşısında ileri sürülen akıllara zarar mesnetsiz itirazlar da devlet aklının "Kürtçe paranoyası"nın hala ne kadar canlı olduğunu açıkça gösteriyor.
Vedat Aydın, en temel insan hakkı olan anadili Kürtçeyi kimselerden izin istemeden, kimselere aldırış etmeden konuştuğu için bundan 20 yıl önce alçakça katledildi. Katillerin bulunmasını isteyen ailesi tehdit edildi. Cinayetten sonra, evinin önünde 5 yıl boyunca polis demek olan 'beyaz bir toros' bekletildi. Hayır, ailesini korumak için değil, korkutmak için. Vedat Aydın Cinayeti'nde her şey çok açıktı, hala da öyle: Katilleri biliniyordu, bu yüzden aranmadı. Katilleri aranmadı, bu yüzden de bulunmadı.


Amed'in söylediği...

‘Kentlerin de dili vardır’ sözü sanki Amed için söylenmiştir. Amed sözünü sadece insanıyla söylemez; binlerce yılın izini/sözünü taşıyan surları, küçeleri, kapıları, kepenkleri ile konuşur ve susar. Ve bazen şairin dediği gibi ‘susarak konuşur’, önceki gün yaptığı gibi. Başbakan Erdoğan, partisinin il kongresi için kente gelmişti.

Ama ne geliş!

Havaalanından kongrenin yapıldığı Seyrantepe Kapalı Spor Salonu’na kadarki yol boyunca polislerin, panzerlerin etten ve demirden ördükleri bir duvar ve havada uçan helikopterler arasında girmişti kente, buna kente girmek denirse tabii… Ama başbakanın gelişi, Amed için ‘yok’ hükmündeydi. Misafirperverliği ile ünlü bir coğrafyanın payitahtı sağır dilsizdi o gün. Erdoğan’ı protesto için bile kimse sokağa çıkmadı. Kapılar, kepenkler, diller, kulaklar kapalıydı. Çünkü artık 12 Eylül referandumunda AKP’ye destek veren GÜNSİAD’ın Başkanı Bedirhanoğu da, iş için yıllarca AKP’nin kapısını çalan işçi Burhan da bir şey beklemiyordu Erdoğan’dan. Erdoğan ki, Roboski’de katledilen kardeşleri için özür dilemek yerine katliamın arkasında durmuş; bunun hesabını soran Kürt siyasetçilere küfür ve hakaretler etmişti. Yetmemiş, BDP ve DTK eşbaşkanları için fezlekeler hazırlanmış, Kürde siyaset yolunu tamamen kapatmak için bir adım daha atılmıştı. Kürt sorununda yeşeren barışçıl çözüm umudunu ayakkabısının topuğuyla ezmiş; savaş ve nefret söylemi eşliğinde yeni ölümlere davetiye çıkarmıştı. Yıllardır suya hasret bekleyen Mezopotamya ovasında su yerine anaların gözyaşı akmaya devam ediyordu. İşte anaların gözyaşını akıtmaya devam eden savaş siyasetinin başında yer alan kişiyi böyle karşılamıştı Amed…

Erdoğan’ın partisinin kongresinde ne dediğini uzun uzun anlatmayacağız. 2005’te “Kürt sorunu benim sorunumdur” diyen Erdoğan’ın bugün geldiği noktayı kendisinin söylediği bir söz özetliyor zaten: “Anneler cezaevinde evlatlarıyla Kürtçe konuşsun diye genelge yayınladım!” 12 Eylül faşist darbesini en iyi anlatan hikayelerden biridir Kamber Ateş’in hikayesi. Hani o Türkçe bilmeyen annenin hapishanedeki oğlunun yüzüne bakıp ezberlediği tek Türkçe kelimeyi, “Kamber Ateş nasılsın”ı görüş boyunca tekrarlaması…

İşte Erdoğan bu yasağı kaldırdığını hatırlatıyor. Bugün Kürt sorununun demokratik barışçıl çözümünü istedikleri için AKP tarafından hapishanelere kapatılan yedi bini aşkın Kürt siyasetçi görüş günlerinden analarıyla Kürtçe konuşabiliyor. Ne büyük mutluluk! Yanı başımızda bir Kürt Federe Yönetiminin bulunduğu bir dönemde, 20 milyon Kürdün yaşadığı bir ülkede anneler hapisteki çocuklarıyla Kürtçe konuşabiliyor! İşte yıllardır sağ-sol liberallerin “demokrasi kahramanı” olarak alkışladığı ve desteklemediğimiz için bize söylemediklerini bırakmadıkları büyük lider ve demokrasisi! Bu sözler Evren’in 12 Eylül’ünden Erdoğan’ın 12 Eylül’üne “demokrasimizin” kat ettiği büyük mesafenin özetidir! Ama nedense bu “demokratik dönüşüm”den Kürtlerin; demokrasi, barış ve insanca yaşam isteyen halk güçlerinin payına düşen hiç değişmiyor: Öncesi bir yana 30 yıllık iktidarlardan Fırat’ın öte yakasının payına hep ölüm, zulüm ve mahpusluk düşüyor…

Medyada dün yazılan-söylenen yorumlara bakın. Hepsi Erdoğan’ın ne söylediği/söylemediği ve bunun ne anlama geldiğiyle ilgili. Oysa Kürt sorununun çözümü Erdoğan’ın değil, Amed’in ne söylediğinin doğru anlaşılmasından ve verilen mesajın gereğinin yapılmasından geçiyor. Amed’in duruşu, Kürt halkının kendi siyasi temsilcilerini muhatap almayan; müzakere ve barışçıl çözüm yerine savaş ve nefret söyleminde ısrar edenlere kapıların kapalı olduğunu bir kez daha gösterdi. Ve bu halkın söylediklerini dinlemeyen günümüz hükümdarları da Ahmed Arif’in dediği gibi, öncekiler gibi gölgesiz göçüp gidecekler.

Yusuf Karataş - Evrensel

 

 

 

 

Cumali UYAN, J 7, 19 - D-68159 Mannheim
Tel.      +49  (0) 621-15 12 12  
Fax      +49 (0) 621-29 18 50

Kontakt:  uyan@uyan.de

Copyright © 2000 Cumali UYAN, Stand: 01. April 2002